Ravza Gülüm
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 İMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Zehra
Admin
Zehra


Mesaj Sayısı : 724
Kayıt tarihi : 31/10/09
Yaş : 33
Nerden : Almanya

İMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup Empty
MesajKonu: İMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup   İMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup I_icon_minitimeSalı Kas. 03, 2009 9:42 pm

ONSEKİZİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Telvînden sonra olan
temkîni, Vilâyetin üç mertebesini ve Vücûd-i teâlânın Zât-i teâlâdan
ayrı olduğu bildirilmekdedir:

Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı, günâhı çok Ahmed bin Abdülehad
sunar ki, hâllerin ve ma’rifetlerin gelmeğe başladığı günden beri,
bunları yüksek kapınıza bildirmek saygısızlığında bulundum ve çok ileri
gitdim. Allahü teâlâ, yüksek teveccühlerinizin yardımıyla, hâllere
bağlı kalmakdan kurtardı. Telvînden temkîne kavuşdurdu. Ya’nî değişik
hâllerden kurtarıp sükûnete kavuşdurdu. Şimdi hayret, şaşkınlık ve
üzüntüden başka elime hiçbirşey geçmiyor. Vasl yerine fasl ve kurb
yerine bu’d hâsıl oldu. Ma’rifetler kalmadı. İlm gitdi. Cehl kapladı.
Bu şaşkınlıkla mektûb da yazılamaz oldu. Yalnız, günlük olup bitenleri
yazarak, kıymetli vaktlerinizi almağa da elim varmadı. Kalbimi soğukluk
o kadar kapladı ki, hiçbirşeyle kızışamıyor. Tenbeller gibi hiçbir iş
yapamıyorum. Fârisî beyt tercemesi:

Ben hiçim, hiçden de aşağı,
Hiçden bir iş hâsıl olur mu?

Sözümüze gelelim. Şimdi (Hakk-ul-yakîn) ile şereflendirdiler. Burada
ilm ve ayn, ya’nî bilmek ve görmek birbirine perde değildirler. Fenâ
ile bekâ bir aradadır. Hayret, şaşkınlık içinde ilm ve şü’ûr vardır.
Gayb etmiş iken kavuşmuşdur. İlm ve ma’rifet varken cehl ve dalgınlık
içindedir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Çok şaşılır. Hem kavuşdum, hem şaşkın oldum.

Allahü teâlâ yalnız kendi sonsuz merhametiyle yüksek derecelerde
ilerletiyor. (Vilâyet makâmı)nın üstünde (Şehâdet makâmı) var.
Vilâyetin, şehâdet makâmı yanındaki yeri, sûretlerin tecellîsinin zâtın
tecellîsi yanındaki yeri gibidir. Hattâ, bu ikisi arasındaki uzaklık, o
ikisi arasındaki uzaklıkdan kat kat çokdur. Bunu önceden de
bildirmişdim. Şehâdet makâmının üstünde (Sıddîklık makâmı) var. Bu iki
makâm arasındaki uzaklık, kelime ile anlatılabilenden dahâ çok ve
işâret olunabilenden dahâ büyükdür. Sıddîklık makâmının üstünde, yalnız
(Peygamberlik makâmı) vardır “alâ ehlihessalâtü vesselâm”. Sıddîklık
makâmı ile peygamberlik makâmı arasında başka makâm yokdur ve olamaz.
Başka makâm olamıyacağı, açık ve doğru olan keşfle anlaşılmakdadır.
Ehlüllahdan, ya’nî Evliyâdan birçoğu, bu iki makâm arasında bir makâm
dahâ bulunduğunu söylemişler ve buna (Kurbet) makâmı demişlerdir.
Buraya ulaşdırmakla da şereflendirdiler. Bu makâmın ne olduğunu
bildirdiler. Çok uğraşdıkdan ve pek yalvardıkdan sonra, önce o
büyüklerin söyledikleri gibi gösterdiler. Sonra iç yüzünü bildirdiler.
Evet, yükselirken Sıddîklık makâmı hâsıl oldukdan sonra bu makâm hâsıl
olmakdadır. Fekat iki makâmın arasında bulunması, üzerinde durulacak
birşeydir. Yüksek kapınıza kavuşduğum zemân, inşâİMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup Allahü
teâlâ, işin iç yüzünü geniş olarak sunacağım. Bu makâm çok yüksekdir.
Yükselirken, geçilen konaklar içinde bundan dahâ üstünü bilinmiyor.
Allahü teâlânın vücûdünün, ya’nî varlığının, zâtından, ya’nî
kendisinden başka olduğu, bu makâmda anlaşılıyor. Doğru yolun âlimleri
de “Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin” böyle
olduğunu bildirmişlerdir. Burada, vücûd da yolda kalıyor. Ondan dahâ
yukarı çıkılıyor. Ebül-Mekârim-i Rükneddîn Şeyh Alâüddevle,
kitâblarının bir kaçında (Vücûd âleminin üstünde, Melik-il-vedûd âlemi
vardır) buyuruyor.

Sıddîklık makâmı, Bekâ makâmlarındandır. Çünki, yüzü mahlûklara
karşıdır. Bundan dahâ aşağıda, ya’nî iniş makâmlarının en ilerisinde
peygamberlik makâmı vardır. Bu makâm sıddîklık makâmından dahâ
yüksekdir. Sahv ve bekâ burada dahâ çokdur. Kurbet makâmı, bu iki
makâmın arasına giremez. Çünki bunun yüzü, tam tenzîhe doğrudur ve
çıkış makâmlarının temâmıdır. Nerede onlar, nerede bu? Fârisî beyt
tercemesi:

Ayna arkasındaki papağan gibiyim,
Ezelî üstâd ne derse onu söylerim.

Düşünerek, işiterek anlaşılan ahkham-ı islâmiyye bilgileri, şimdi keşf
ile hâsıl olmakdadır. Keşfler, ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdiklerinden kıl kadar ayrılmamakdadır. Onların kısaca
bildirdikleri şeyleri açıkladılar ve genişletdiler. Düşünerek anlamak
yerine içden gelerek öğrenmeği ihsân etdiler. Bir kimse Hâce Şâh-i
Nakşibend “kaddesİMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup Allahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden sordu:

Süâl: Tesavvuf yolunda ilerlemek, ya’nî sülûk niçindir?

Cevâb: (Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve
düşünerek bulmak yerine, keşf ile kalbe gelmek içindir) buyurdu.
Onlardan başka şeyler öğrenmek içindir buyurmadı. Evet, tesavvuf
yolunda ilerlerken, bilgiler, ma’rifetler hâsıl olmakdadır. Fekat,
bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, ya’nî
Sıddîklık makâmına varmadıkça doğru bilgilere kavuşamaz. Şuna şaşılır
ki, Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma kavuşduklarını söyleyenlerin
bu makâma uygun olan bilgileri ve ma’rifetleri acabâ neden olmuyor?
(Her ilm sâhibinin üstünde dahâ büyük âlim vardır.)

Kazâ ve kader bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki,
islâmiyyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yokdur. Bu bilgiye, îcâb
noksanlığı ve cebr lekesi hiç bulaşmamakdadır. Bu bilgi, ayın
ondördündeki ay gibi açık anlaşılmakdadır. İslâmiyyetin bildirdiğine
hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgiyi niçin herkesden gizlediklerine
şaşıyorum. Eğer dîn-i islâma uygun olmasa idi, o zemân örtmeleri,
saklamaları uygun olurdu. Ne yapdığından süâl olunmaz. Fârisî beyt
tercemesi:

Onun korkusundan, kim ne yapabilir?
Teslîm olmakdan başka ne diyebilir.

İlmler ve ma’rifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idrâki
bunları kavrıyamıyor. Lâf olsun diye insanın idrâki diyoruz. Yoksa,
sultânın hediyyelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu
şaşılacak bilgileri yazmak istiyordum. Fekat başaramadım. Bunun için
üzülüyordum. Sonra, (bu bilgileri göndermek, alışdırmak içindir;
bunları ezberlemek için değildir) diyerek üzüntümü giderdiler. Nitekim
mekteblerde talebe diploma almak için çeşidli şeyler öğrenirler.
Bunları ezberlemek için öğretmezler.

Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzûrunuza sunuyorum. Şûrâ sûresi
onbirinci âyetinde (Onun benzeri gibi hiç birşey yokdur. Ancak o
işitici ve görücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafı, Allahü
teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmakdadır. O işiticidir,
görücüdür buyurması da, bu tenzîhi temâmlamakda ve
kuvvetlendirmekdedir. Şöyle ki, mahlûklarda da görmek ve işitmek
vardır. Mahlûkların bu iki duygusu Allahü teâlânın işitmesi ve görmesi
gibi sanılabilir. Allahü teâlâ, mahlûkların işitmediğini, görmediğini
bildirerek, böyle sanmak, yolunu kapamakdadır. Bu âyet-i kerîmede,
işitici ve görücü yalnız Odur, mahlûklarda yaratılmış olan kulak ve
göz, işitmekde ve görmekde hiç rol oynamaz. Allahü teâlâ, kulağı ve
gözü yaratdığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmakdadır. Allahü
teâlânın âdeti şöyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince
işitmeyi ve görmeyi yaratmakdadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve
işitmelerine hiç te’sîr etmez. Te’sîr eder denilirse, te’sîri de O
yaratmakdadır. Mahlûkların kendileri te’sîrsiz oldukları gibi,
sıfatları da te’sîrsizdir. Herhangi bir kuvvetle taşdan ses
çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez. Taş, cimâd,
te’sîrsiz, cansız olduğu gibi, onda konuşmak sıfatı vardır denirse, bu
sıfat da cimâddır, te’sîrsizdir. Harflerin ve sesin çıkmasında hiç
te’sîri yokdur. Başka sıfatlar da bunun gibidir. Bu iki sıfat, dahâ
meydânda olduğu için, Allahü teâlâ, mahlûklarda bu iki sıfatın
bulunmadığını bildirdi. Mahlûklarda başka sıfatların da bulunmadığı
bundan anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ insanlarda önce ilm sıfatını
yaratdı. Bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye teveccühünü ya’nî
ilgisini yaratdı. Bundan sonra, bu sıfatın o şeye bağlanmasını yaratdı.
Bundan sonra o şeyin bu sıfat üzerinde görüntüsünü yaratdı. Âdeti böyle
oldu. O şeyin görüntüsünün ilm sıfatında yaratılmasında, bu sıfatın ne
te’sîri olabilir? Bunun gibi, önce işitmek sıfatını yaratdı. Bundan
sonra sesleri bu sıfata getirecek kulak ve başka sebebleri yaratdı.
Sonra ses dalgalarını yaratdı. Sonra kulağın bu sesi almasını, bundan
sonra da sesi duymağı yaratdı. Yine bunun gibi önce gözü yaratdı. Sonra
gözde görüntüyü yaratdı. Sonra görüntüyü beyinde yaratdı. Dahâ sonra
görmeyi yaratdı. İşitici ve görücü o kimseye denir ki, işitmesi ve
görmesi, kendisinin bu sıfatları ile olsun. Böyle olmayınca, buna
işitici ve görücü denmez. Bundan anlaşılıyor ki, mahlûkların sıfatları
da, kendileri gibi cimâddır, te’sîrsizdir. Sözün kısası, mahlûklarda
sıfatlar yokdur. Bu sıfatlar ancak Allahü teâlâda vardır. Bu âyet-i
kerîmede, tenzîh ile teşbîh bir araya getirilmişdir. Hattâ âyet-i
kerîmenin hepsi tenzîhi bildirmekde, benzeri olmadığını beyân
buyurmakdadır. Birinci ilm, ya’nî mahlûklarda görülen sıfatların Hak
teâlânın sıfatları olması ve mahlûkları cimâd, ya’nî te’sîrsiz bilmek,
içinden su akan musluk ve testi gibi bulmak, evliyâlık makâmına uygun
olan bilgidir. İkinci ilm, ya’nî mahlûkların sıfatlarını da cimâd gibi
bulmak ve Zümer sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde (Sen, elbette
ölüsün. Onlar da elbette ölüdürler) bildirildiği gibi, mahlûkları ölü
bilmek, şehâdet makâmına uygun olan ilmdir. Buradan da, bu iki makâm
arasındaki başkalık anlaşılmakdadır. Bir şeyin azının görülmesi,
çoğunun bulunduğunu gösterir. Bir yerden su sızması, büyük su
bulunduğunu haber verir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Senenin iyiliği behârından belli olur.

Bunun gibi, bu yüksek makâmın sâhibleri, mahlûkların işlerini de, ölü
gibi ve cimâd gibi bulurlar. Bunların işleri, Allahü teâlânın işidir,
bu işleri yapan hep Odur demezler. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok
yüksekdir. Bir kimse, bir taşı hareket etdirse, bu kimse hareket ediyor
denmez. Taşı hareket etdiriyor ve taş hareket ediyor denir. Taş cimâd
olduğu gibi, taşın hareketi de cimâddır. Taş hareket ederken bir adamı
öldürse, taş öldürdü denmez. Taşı hareket etdiren kimse öldürdü denir.
Ehl-i sünnet âlimleri “şekkerİMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup Allahü
teâlâ sa’yehüm” de böyle söylemişlerdir. Bunlar mahlûkların yapdıkları
işler, kendi irâdeleri ve ihtiyârları ile olmakla berâber, bunları
Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bunları Allahü teâlânın yaratmasında
onların işlerinin hiç te’sîri olmaz. Onların işleri, birkaç hareketdir.
İşlerin yapılmasında bu hareketlerin te’sîri olmaz.

Süâl: Böyle olunca, kulların işlerine sevâb ve azâb yapılması doğru
olmaz. Bir taşa emr vermek ve onun hareketlerine sevâb ve azâb yapmak
gibi olur.

Cevâb: Taşın hareketiyle insanların hareketi başka başkadır. İnsanlara
din gönderilmesi ve emrler, yasaklar yapılması, onlarda kudret ve irâde
bulunduğu içindir. Taşda enerji varsa da irâde yokdur. Fekat,
insanların irâdesini de Allahü teâlâ yaratdığı için ve bu irâdenin işin
yapılmasında te’sîri olmadığı için, bu irâdeleri de ölü gibidir.
İrâdenin yalnız şu kadar te’sîri vardır ki, iş, kulun irâdesinden sonra
yaratılmakdadır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. İnsanların kudreti
te’sîr ediyor denirse, kudretdeki bu te’sîrini de Allahü teâlâ
yaratmakdadır. Kudreti yaratdığı gibi, bunun te’sîrini de
yaratmakdadır. Mâverâ-ün-nehr âlimleri, kudret te’sîr eder dediler ise
de, bu te’sîrde kudretin ihtiyârı hiç yokdur. Te’sîri, cansızın
hareketi gibidir. Bir kimse, yukarıdan atılan bir taşın bir hayvanı
öldürdüğünü görse, bu kimse, taşın cimâd, cansız olduğunu bildiği gibi,
onun hareketini ve bu hareket enerjisinin öldürmesini de cimâd bilir.
Görülüyor ki, mahlûkların kendileri de, sıfatları da ve işleri de hep
cimâddırlar, ölüdürler. Diri olan, herşeyi varlıkda durduran, işitici,
görücü, bilici olan ve her dilediğini yapan, yalnız Allahü teâlâdır.
Kehf sûresinin yüzonuncu âyet-i kerîmesinde [110] (Ey sevgili
Peygamberim, onlara söyle! Rabbinin kelimelerini yazmak için deniz
mürekkeb olsa, Rabbinin kelimeleri bitmeden, o deniz ve onun gibi bir
dahâ deniz biterler) buyuruldu. Çok saygısızlık yapdım. Sonsuz
atılganlık yapdım. Ne yapayım? Her bakımdan güzel olanı anlatan söz de
güzel olduğu için ne kadar uzarsa, o kadar tatlı oluyor. Onu anlatan
sözler güzel oluyor. Allahü teâlâdan konuşmağa ve Onun yüce adını
dilime almağa hiç lâyık değil isem de, kendimi tutamıyorum. Fârisî beyt
tercemesi:

Ağzımı gül suyu ile binlerce yıkasam,
İsmini söylemeğe yine lâyık olamam.

Fârisî mısra’ tercemesi:

Köle olan haddini bilmelidir.

Yüksek teveccüh ve ihsânlarınıza sığınıyorum. Çürüklüğümü, aşağılığımı
nasıl bildireyim? Her gelen lutüfler, ihsânlar, hep yüksek, teveccüh ve
merhametinizden hâsıl olmakdadır. Yoksa, Fârisî mısra’ tercemesi:

Ben hep o eski Ahmedim.

Meyân Şâh Hüseyn, tevhîd-i vücûdî yolundadır. Bundan çok tad
almakdadır. Onu bu yoldan çıkararak hayret makâmına kavuşdurmak
istiyorum. Çünki maksad, oraya kavuşmakdır. Muhammed Sâdık, küçük
olduğu için, kendini hiç tutamıyor. Eğer yolculukda yanımızda bulunursa
çok terakkî edecekdir. (Dâmen-i Kûh) ya’nî dağ eteği denilen yere
giderken yanımızda idi. Çok şeyler kazandı. Hayret makâmına kavuşdu. Bu
makâmda fakîre çok benzemekdedir. Şeyh Nûr da, bu makâmda çok ilerledi.
Bu fakîrin yakınlarından bir genç vardır. Onun hâli çok yüksekdir.
Tecelliyât-i Berkıyyeye yaklaşdı. Yaradılışı buna çok uygundur.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.Ravzadesign.de
 
İMÂM-I RABBÂNÎ 18.Mektup
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İMÂM-I RABBÂNÎ 3.Mektup
» İMÂM-I RABBÂNÎ 19.Mektup
» İMÂM-I RABBÂNÎ 4.Mektup
» İMÂM-I RABBÂNÎ 20.Mektup
» İMÂM-I RABBÂNÎ 5.Mektup

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Ravza Gülüm :: İslam-i Konular :: Mektûbât-
Buraya geçin: